Ayşen Urfalıoğlu
1967’de İstanbul’da doğdum. İlk ve orta okul hayatım ülkenin farklı bölgelerinde, çok farklı kültürler içinde, farklı okullarda devam etti. O yaşlarda, yaşaması zor bir durumdu ancak pek çok farklı koşul, sosyal ortam içinde yaşama becerisi kazandırdı. Tayinimiz çıktığında ağlayarak gittiğimiz bir şehirden, iki yıl sonra ayrılırken yine ağlardık. Çocukluk dönemimdeki değişik kültürler… insanlar… bakış açıları… kokular… yemekler… oyunlar… hayal dünyamda ve edinimlerimde çok önemli bir yer tutar. Yine çocukluk dönemimde annemin, neredeyse günün her saati yaptığı, terzilik… dinlediğim hikayelerle birlikte, beni derinden etkileyen olaylardan biriydi. Bunu çok ileride, profesyonel hayata geçtiğimde anlıyorum. Ki iğne, iplik, kumaş, resimlerimde boya harici sürekli kullandığım malzemelerdir.
1984 Açık öğretim işletme bölümünde okuyup, Denizcilik Bankası’nda 3 yıllık bir çalışma dönemi sonrasında 1987 Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’ne tek tercih yaparak girdim. Başka bir bölümde okumamın bir anlamı yoktu. Lise de matematik dersinde bile konulara resim çizerek çalışabiliyordum. Ve bütün kitaplarımın etrafı, hocalarımın sınıf arkadaşlarımın resimleriyle doluydu. Nerede bir boşluk bulsam resim yapardım. Gazete, kitap, defterlerim hatta odamın duvarları (odamın duvarlarına ancak tebeşirle çizmeme izin vardı, ki giderken silebilelim. Gerçi artık yerleşik hayata geçmiştik. Babam emekli olmuştu ve bizim İstanbul’da iyi bir üniversiteye gitmemizi istiyorlardı). Geçmişimin etkileri, okul yıllarında ilk çalışmalarımla birlikte kendini göstermeye başladı. O zamanlar biraz daha el yordami ile... belki birazda serbest çağrışım... iğne... iplik... tül ve şeffaf malzemeler kullanmak... malzemenin yeniliği... derinliği nedeni ile düşüncelerimi ifade etmekte, işimi çok kolaylaştırdı.
Dikmek... eklemek... parçalardan bir bütüne ulaşmak... düğümlemek analitik olarak okunabilir şeylerdir. Boyadan farklı olarak yüzeyi deler, diğer tarafa geçersiniz. İşlenen her form iki taraftanda algılanır... görünür olur... yüzeyi deler... sınırı aşar... Ve üstelik bunu yüzeye tutunarak yapar. Fikse eder... yamar... onarır… Bunları kullanırken işlerim aracılığı ile neleri fikse etmek istediğimi tam olarak bilemiyorum. Ama asla benden gitmesini istemediğim kokular var… Çocuklarım… ailem... ağaçlar… su… iğnem... ipliğim... kumaşlarım... kitaplarım... Cello Suite Yo-Yo Ma... kedimiz Osman…
Okuma merakım vardı, ne bulursam okurdum. Ama özellikle bilimsel makaleler, deneme yazıları, yaşanmış hikayeler, biyografiler özel ilgi alanıma girerdi. Sanat okumaya başlayınca önceliklerim, psikoloji, felsefe, sosyoloji olarak dönem dönem değişti. Ve kendime çalışma metodu oluşturmaya başladığımda, herhangi bir sanatçı ya da tarzdan etkilenmek yerine, okuduğum kitaplardan ve onların bende oluşturduğu imajlardan yola çıkmayı tercih ettim. Halen bu metodla çalışıyorum. Çalışmalarım uzun dönemli bir konu üstünde ulaşabildiğim her şeyi okuyup, onların bende bıraktıkları tortularla şekil alır.
Okul yıllarımda pek çok yarışmaya katıldım. Ödüller aldım ya da sergilenmeye değer görüldü. Genç etkinlik gibi o yıllarda yetenekli gençlerin önünü açmak için düzenlenen pek çok etkinliğe ve fuara katıldım. Genç etkinlikle ilgili sergi sırasında, çok önemli bir gurup sanatçı ve galericilerden oluşan bir juri tarafindan Maçka Sanat Galerisi 20.yıl etkinliklerinde yeralmak üzere davet aldım. Artık okul dönemi bitmişti. Genç bir sanatçı olarak o dönemde, herhangi bir galeride çalışmak çok zordu. Zaten iyi bir galeri bir elin parmaklarını geçmiyordu. O sergi için mekanı görüp algıladıktan sonra kurguladığım iş (örtülü kimlik) benim Maçka Sanat Galerisi ile bugüne dek sürekli çalışmamı sağladı. Sanat anlamında gelişimimin ve bakış açımın şekillenmesinde, galerinin çalıştığı büyük sanatçıların ve Rabia Çapa’nın önemli derecede etkisi vardır.
2000 Ailece yaşadığımız büyük bir travma... kabus bir kaza… oğlumla vedalaşma… şiddetli bir depresyon... İşimle hayata dönüşüm... Artık çalışmazsam olmuyordu.. yoğun bir sekilde çalışmaya başladığımda artık pek çok şey değişmişti. Tek bir konuya saplantılı bir şekilde çalışıyor, “Koku” ile ilgili elime ne geçerse okuyordum. Bilimin modern çağ ile birlikte biraz ötelediği bir konu olması, kaynaklarımı çok daraltmıştı. Ama hem konunun kaynağı çocuklarım... hem o dönem okuduklarım... ve yasadıklarım değişimin nedenleriydi. Kokusu ve yapımı açısından özel bir çalışmaydı. Laboratuvarda kimyagerlerin de yardımıyla istedigimiz sadelik saflığa ulaşıncaya kadar cok çalıştık. Sonuçta 900 adet kaba yontuyla oluşan kuzularım ortaya çıktı. Ve artan malzemeyi rendeleyerek zemin oluşturdum. Galeri mekanında çekimini sergileneceği alanda gercekleştirdiğim performansı tek plandan çekerek, sergilerken formun kuzu boyutuna olması önemliydi. Galerinin arka planında koku reseptörleri ve literatürüyle ilgili yaptıgım çalısmalar yer aldı.
Literatür daima ilgimi çekti ama geriye baktığımda en önemli fark, çalıştığım konunun... bilimsel araştırmaların... düşünce ya da tezlerin, zihinsel olarak beni etkilemesi değil, içselleştirebildiğim, kalbimden geçerken içimi cız ettiren konular çalışmalarımı belirliyor.
2004 Aya İrini’de ilk ayağı gerçekleşecek uluslararası bir sergi, Inge Becker küratörlüğünde “Buluşma Noktası Çağdaş Sanat Türk-Yunan Sergisi“ Aya İrini’de üst katta bir köşe seçerek saatler süren bir performans gerçekleştirdim. Oğlumun kıyafetlerini küçücük parcalara kesip, tek bir plandan kameraya kaydettim. Ve parçacıkları sahnede yere, yığın halinde serip “ne kadarı gider ne kadarı kalır“ yazdım. İki işle katıldığım sergi Aya İrini - Istanbul, Leverkusen - Almanya ve ardından Makedonya Çağdaş Sanat Müzesi - Yunanistan’da son buldu.
Kişisel ya da karma pek çok sergim oldu. Ama bazı şeyler içinizde öyle bir ateş yakar ki… etkileri uzun yıllar sürer. Fransa’da Cholet Müzesinde gercekleştirdiğimiz “Du Bosphore A la Moin“ hala tadını unutamadığım çok büyük bir özen ve itina ile hazırlanılmış, çok önemli Fransız ve Türk sanatçıların katıldığı sergiye de (Fransua Morelle, Daniel Buren, Sarkis, Altan Gürman Candeger Furtun gibi) 900 adetlik kuzu sürümle birlikte iki video işle katıldım.
Çalışırken özen ve sabırla çalışmak... İşe yüklediğim anlama konsantre olmak.. yaptığım işin bana hissettirdiklerine izin vermek... ve işte bir yarım kalmış hissi ya da kasıtlı olarak eksik bırakmak... Neyi yarım bıraktığımdan, çok neden sorusu beni çok ilgilendirdi… ve hala tamamlanamamışlık... eksiklik duygusu… yarım kalmışlık... vazgeçemediğim bir yoldur.
2010’lu yıllarda iğneyle delerek yaptığım otobiyografik bir seride, duyu organlarını dikerken görülen formun içi boşalmıştı. Renkli sırma ipliklerle diken el ise kendi elimdi. İpliği zincir ya da hücre şeklinde örerek farklı bir şekilde yerleştirdim işlerime... Ve daima bir öncesi ya da sonrasıyla bağlanmasına önem verdim. Merakım, şaşkınlığımın önünde gitse de...
Yıl 2017. Çalışmalarıma aynı doğrultuda devam ediyorum. Son 3 yıldır kokunun beni ulaştırdığı “bağlanma“ teorisiyle ilgileniyorum. Bağlanma nedir? Neden bu denli önemlidir? gibi pek çok soru ile ilgilenirken, II. Dünya Savaşı sonrası bir grup bilim adamının yaptığı araştırmalar, klinik deneyler sonucu ortaya çıkan, pek çok makaleden toparlanıp bir konsensus şeklinde yazılmış olan “Attachment Teori” John Bowlby’den çok etkilendiğimi belirtmek isterim. Kokunun benim için bu denli önemli olması yalnızca tutunabilmek için mi, güvenlik mi, varlık duygusu ya da var etme dürtüsü müdür? Hayatta kalabilmemizi, mücadelemizi anlamaya çalışırken en temel dürtüler, duygular arasında dolanmak… ilginç bir yere doğru getirdi beni… her şey... sıçrayıp... tutunarak... çoğalıyor… bu konu ile ilgili çalışmalarımı yakın bir zamanda gerçekleştirmek istediğim projemde kapsamlı olarak anlatmak istiyorum. Bu çalışmayı yaparken karşılaştığım, farkettiğim konular inanılmaz heyecan verici benim için.